Şu anda okuyorsunuz
ESKİ ANKARA

ESKİ ANKARA

Eski Ankara

ESKİ ANKARA

Bu anıları iyice unutmadan ve unutulmadan paylaşmak istedim…

Tenor Pekin Kırgız’ın söylediği birbirinden güzel Napoliten aryalar gökdelen “Çatı”‘ dan dalga dalga yayılıyordu Kızılay’a, serin, lacivert bir Ankara akşamında. Onu dinleyenler çok şanslıydı, aşağıda Kızılay’da yürüyenler, gezmeye çıkanlar da bir o kadar şanslıydı. Caddenin hemen karşısında, Restoran Cevat’ ta oturmuş, bu dingin ve huzurlu ortamda dostlarıyla bir şeyler yiyip içerken, doyulmaz sohbete dalan insanlar da şanslıydı o akşam, Pekin Kırgız’ı dinlerken.

Ah, pardon, bağışlayın lütfen, bazılarınızın ” siz neden bahsediyorsunuz? ” dediğini duyar gibi oluyorum. Öyle ya, yukarıda anlattıklarım ve aşağıda anlatacaklarım 1960′ ların, 1970’lerin Ankara’sında yaşanan ve şimdi o günleri yaşayanların belleklerinde saklı; bu güzel anılar geçmiş zamanın hüzünlü sayfalarını oluşturuyor artık.
Uzun yıllar geçti Ankara’dan ayrılalı. Orada yaşadığım, acı tatlı anılar zaman zaman bir sis perdesinin ardından süzülüp gelir, buğulu gözlerimin önüne, ve derin bir iç çekerim her seferinde.

Müzikle başladım Ankara anılarıma, müzikle devam ediyorum. Kızılay parkını hatırlar mısınız? Hani, eski Kızılay binasının önünde, bahçesinde Kızılay maden suyu ve sodalarının satıldığı bir büfe, bir kaç ahşap banktan oluşan o yeşil fakiri parkı hatırlar mısınız? İşte Lise yıllarımda, lapa lapa kar yağarken, o bahçede sevgili mahalle arkadaşlarımla geçirdiğimiz bir yılbaşı var. Elimizde sıcak köfte ekmekler, dizlerimize kadar karlara gömülü, yaktığımız bir ateş etrafında doyulmaz sohbetimize hemen arkamızda, o devrin Ankara’daki en büyük oteli, Balin Oteli’nin roof’undan Yaşar Güvenir orkestrasının melodileri bize eşlik ediyordu. O yılbaşı akşamını hiç, ama hiç unutamadım.

Peki, Büyük Sinemayı hatırlayanınız var mı? O Büyük Sinema ki, ne filmlere, konserlere ev sahipliği yapmıştı. Unutamadığım filmlerden, Mastroianni ve Sophia’ nın oynadğı; Sunflower, Carrol Baker’ın; The Miracle, Paul Scofield’in; The men for all seasons, adlı yapıtları ve daha nicelerini o gıcırtılı koltuklara gömülüp izlemiştim. Dahası, Ankara’da o dönem başka büyük salon olmadığı için; Johnny Holiday, Sylvie Vartan, Enrico Macias ve daha bir çok ünlü şarkıcı konserlerini orada vermişti. En ilginç olanı da, Alpay’ın da, ilk kez , Büyük sinemada sahneye çıkmasıydı. Kızılay’ın ortasında, locaları ve balkonu ile, ahşap koltuklu o görkemli sinemanın yerinde bugün kocaman bir çarşı ve pasaj var artık!

Biraz aşağıda, Sıhhıye’de Ordu Evi’nin bahçesinde yaz akşamları nişanlar, düğünler olurdu. Sevgili ve rahmetli Tanju Okan şöhrete giden yolda orada sahne alarak başlamıştı.

Bir çok kültürel programları izlediğim, aynı zamanda Türkiye’nin ilk ve tek haber kaynağı, yerleri doldurulamayan ses ve saz sanatçılarının yetiştiği tarihi Radyo evi binası. Büyük Tiyatro, Hamlet’ten, My Fair Lady’ye, La Traviata’dan, Aida’ya, Giselle kadar bir çok oyun, opera ve baleyi izlediğim o ünlü sanat mabedi. Hemen arkasında sağda, Küçük Tiyatro ve onunla iç içe, bir zamanlar tozunu yuttuğum Oda Tiyatrosu. Bizden önce sahne alan ve Harold Pinter’in “Bir Doğum Günü Partisini” oynarken kuliste tanıştığım bana büyük emeği geçen sevgili ve rahmetli Savaş Başar’la tanışmam. ( Siyah Beyaz TV’lerdeki komiser Colombo’yu ilk o seslendirmişti ve çok özel bir insan iyi bir sanatçıydı.)

Ankarayı anlatıyorum size, ama bu benim Ankara’m. Bizim Ankara’mız diyenler de olabilir okudukça pek tabi. Bir tarih sırası düşünmeden, aklıma geldiği gibi öylesine yazıyorum işte, bir oradan bir buradan, anlayınız lütfen.
Ya Gençlik parkı? Çocukluktan gençliğe bahar ve yaz akşamlarının unutulmaz mekanı. Denize hasret Ankara’lıların buluştuğu, nadir su kenarlarından en önde geleni. Kim bilir, bugün nasıl orası? Genelde memur şehri olan Ankara’da, hafta sonları biz çocuklar sabahın köründe yola çıkardık, havuz kenarındaki çay bahçelerinde yer kapabilmek için. Sonra ailelerimiz gelirdi, börekler, zeytinyağlı dolmalar, salata ve meyvelerle. Biraz atıştırınca o, annelerimizin ellerinden çıkan leziz yemeklerden, soluğu Luna Park’ta alırdık hemen. Sonra da, sıra bulabilirsek, küçük kayıklarla havuzda bir akşam turu atardık. Herkesin güle oynaya vakit geçirdiği huzur dolu günlerin yaşandığı bir dönemdi.

Hadi yine Kızılaya dönelim, ister misiniz? Orada daha anlatacak o kadar çok şey ve yer var ki. Örneğin, bir Piknik Restoran vardı. Zengin şarküteri çeşitleri, leziz yemekleri ile hemen herkesin uğrak yeriydi. İstanbul’lular çok imrenirdi buraya, daha sonra İstanbul’da açılacak olan bir çok mekanın öncüsüdür Piknik. Hele kızarmış sosis ve patates yanında buz gibi Arjantin biranın tadına doyulmazdı. O damak tadı ve o sohbetler unutulmaz, unutulamaz.

Piknik arkasında, merdivenlerle aşağı inilen bir Sanat Severler Kulübü vardı. Resim, Heykel sergilerinin açıldığı, sanat söyleşilerinin yapıldığı; bu kulübe sık sık gider ve etkinlikleri izlemeye çalışırdım. En önemli anım da, büyük şairimiz rahmetli Attila İlhan ile tanışıp kitaplarını imzalattığım gündür.

Atatürk Bulvarının karşı kaldırımında köşede bir Özen pastanesi vardı, Girişteki tarçın, vanilya kokusunu ve ünlü piramit pastasının lezzetini unutamam. Bir daha Türkiye’nin hiç bir yerinde o lezzette piramit pastası yemedim.
Yüz metre ileride, Kocabeyoğlu pasajının cicili bicili mağazalarını şöyle bir dolaşıp, yine karşıya, Selanik caddesine doğru uzanalım mı sizlerle? Köşede yine ponçik ve pastalarıyla, dondurması ile ünlü Sergen Pastanesi, hemen bitişiğinde aynı zamanda yabancı dergi, gazete ve kitapların da satıldığı Tarhan kitap evi. Onların karşısında, Ali Nazmi pasajı girişine yakın lezzet ötesi tost ve turşu suları ile ünlü Goralı sandviçcisi. Tam karşıda, içine girip de kolay çıkılamayan Bilgi kitap evi. Sıra sıra balıkçılar. ( Türkiye’de en taze balığı Ankara’lıların yediği rivayet edilirdi.) Ara sokaklarda, akşamları bir iki kadeh atıp, güzel yemeklerin yendiği ve koyu dostlukların yaşandığı lokanta ve birahaneler. Caddenin sonuna doğru, hayatımda yediğim en güzel peynir çeşitlerini bulduğum Besi çiftliği ve bitişinde, her zaman hürmet ve sevgiyle karşılandığım en güzel etleri satın alabildiğim İstanbul kasabı.

Güven Parkı, “Türk, Öğün Çalış, Güven” anıtıyla, önünde ve arkasındaki küçük havuzlarıyla, süs bitkileri ve bakımlı çiçekleriyle, beyaz mermerden oturma yerleriyle her yaştan insanın dinlenme ve buluşma mekanı. Yine akşam serinliğinde adı gibi güven içinde dinlenebileceğiniz, soluklanabileceğiniz önemli bir park. Üstelik nice tarihi olaylara tanıklık etmiştir Güven parkı. Yabancı devlet adamlarının Ankara ziyaretinde sabahtan dolmaya başlardı Güven Parkı. İki önemli olay hatırlıyorum. Birincisi ABD başkanı İKE’ın ( Eisenhover ) ziyareti ve diğeri de Şah Rıza Pehlevi ile Kraliçe Süreyya’nın ziyareti. Her ikisinde de oradaydım ve bu tarihi anları yaşadım. Özellikle, Rıza Şah ve Kraliçe Süreyya, üstü açık arabayla önümüzden geçerek halkı selamlarken onları bekleyen hazin sonu bilemezlerdi elbet.

Güven Parkı karşısında, gökdelen hizasında bir biri ardına sıralanmış ünlü giyim mağazaları, butikler. Ve yine bir zamanların ünlü buluşma yerleri olan Angora ve Milka Pastaneleri. Akşam üzerleri buralarda bir çay, kahve molası ile geleni geçeni seyretmek gerçekten büyük bir keyifti. Ankara’da bulunduğu zamanlarda rahmetli Zeki Müren mutlaka Milka’ya uğrar, etraftaki masalarla şakalaşır bir yandan da küçük cep radyosu ile kendi reklam saatlerini dinlerdi.

Kuğulu Park, yeşillikler içinde tenis kortlarına kadar uzanan kocaman bahçesi, her yerde bakımlı güzel çiçekler, gölde kuğular. Okuldan kaçıp kaçıp ilk şiir denemelerimi yazdığım bir rüya alemi. Şimdi ortasından yol geçmiş, kuşa dönmüş güzelim park.

Atatürk’ün özene bezene kurduğu ve üstüne titrediği, Atatürk Orman Çiftliği. Yemyeşil geniş bir alanda hayvanat bahçesi, piknik alanları, ama ille de Orman Çiftliği sütü, yoğurdu ve dondurması. Çok içten söylüyorum, bu lezzetleri öyle arıyorum ki, anlatamam sizlere.
Bugün hala sahnelerde olan onlarca, yüzerce sanatçının dinlendiği Güneypark ve Beyaz Saray, ailece gidilebilen içkisiz gazinolar. Ne kadar nezih bir ortamda dinlerdik o bir birinden güzel şarkıları.

Kavaklıdere, mağazaları, restoranları güzel binalarıyla Gazi Osman Paşa ve Çankaya’ya uzanan Ankara’nın gözde semti. Aynı zamanda, bir çok yabancı Büyükleçilik de burada bulunurdu.Yukarıda Gazi Osman Paşa’da “papazın bağı” diye bilinen inişli çıkışlı geniş bir alana yayılan yeşillikler içinde, daha çok sevgililerin mekan tuttuğu şirin çay bahçesi, adeta bir saklıkent.

O kadar çok yer ve olay var ki daha anlatabileceğim. Örneğin, Ulus, Gölbaşı, Ankara sinemaları. Sonradan bunlara eklenen Kızılırmak, Akün, Çankaya sinemaları. Bahçelievler’de yanarak yok olan şirinlik muskası Renkli sinema. Sonraları TRT Arı stüdyosu olarak hizmet verecek olan Arı Sineması. Ankara Sanat Tiyatrosu ( 72. koğuş / Bir delinin hatıra defteri ( Genco Erkal’dan) oyunları ve diğerleri; Meydan Sahnesi ( Mavi Ay oyunu ve diğerleri) ; Yeni Sahne ( Lorca’nın Bernarda Albanın evi / Trentonla Camdene mutlu yolculuk oyunu ve diğerleri.). Müzeler, 19 Mayıs stadyumu ve unutulmaz lig maçları, milli maçlar. Hipodrum, Çubuk barajı, Gölbaşı ve daha bir yığın anı dolu mekanlar, nasıl unutulur ki?

Defalarca ziyaret ettiğim önünde minnet ve saygı ile eğildiğim Atatürk’ün Anıt Kabri. Şimdilerde TV’lerde her izleyişimde içim bir tuhaf olur.

Son 8-9 yılımı geçirdiğim şimdiki konumundan çok farklı, kar yağdığı zaman şehirle irtibatı kesilen, yolları kapanan Or-An şehri, ve ailece özlemini çektiğimiz ama asla geri gelmeyecek bir yığın güzel anılar. Ve en önemlisi, müstesna insan rahmetli Sayın Bülent Ecevit’in, yine karlı bir günde durakta ailece bizi arabasına alışı ve Çankaya’ya kadar süren sohbetimiz.

Öyle bir kent düşünün ki, sabahları klasik müzik dinleyen, sizi içeri buyur ederken “günaydın” diyen ve iyi günler dileyerek uğurlayan taksi şoförleri olsun. Öyle bir kent düşünün ki, genç kızları, delikanlıları zarif, kibar ve hoş tavırlar içinde, kadınları yine hoş bir dişilik içinde ve modern, erkekler biraz da resmiyetten bakımlı ve temiz giysiler içinde huzur, güven dolu bir havayı soluyorlar. İşte böyle bir Ankara benim hatırladığım.

Yukarıda yazdıklarımın büyük bir kısmı artık tarih oldu. O günleri yaşayanlar ne kadardır, şimdi nerelerdedir bilinmez. Ankara, eski bir sevgili, ona şöyle seslenmek istiyorum;

” Rüzgar söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şarkımızı / vaz geç hatırlatma artık mazideki aşkımızı.”
İşte böyle, Orhan Veli’nin bir şiirinde dediği gibi;
‘’Bir tren sesi duymayayım iki gözüm iki çeşme.’’
Ben de ne zaman bir Ankara sözü duysam iki gözüm iki çeşme.

Yazacak daha o kadar çok şey var ki.
Anılar, anılar, anılar ve tabii insanlar…
Ama bir yerde durmak ya da mola vermek lazım.
Ben de bu yazıyı okuyan herkese selam olsun diyorum…

Tuğrul ÜLGEN

Bu içeriğe tepkiniz nasıl oldu?
Bayıldım
0
Kızgın
0
Komik
0
Şaşkın
0
Üzgün
0
Henüz yorum yok. İlk yorumu siz yapın!

Bir cevap bırak

E-posta adresiniz yayınlanmayacaktır.

Türkiye'den ve Dünya’dan kadınlara öncelikli olarak, bütün kesimi ilgilendiren haberler tarafımızca bizzat yapılmaktadır. La Femme Nicomedia bir markadır. Her hakkı saklıdır. Bu websitesinde yer alan hiçbir metin/haber izin almadan kopyalanamaz.

Yukarı Kaydır